8 Mart 1857 yılında yaşananların başka bir yüzü var. New York’ta bir tekstil fabrikasının 40.000 işçisi daha iyi koşullar için grev yapınca polis onları fabrikaya kilitlemiş ve çoğu kadın olan 129 işçi çıkan yangında feci şekilde yanarak can vermişti.
1910 yılına kadar belirsiz tarihlerde anma törenleri yapılırken, Alman Sosyal Demokrat Partisi, liderlerinden solun efsanevi adı Clara Zetkin’in teklifi üzerine yangında ölen kadın işçilerin her yıl 8 Mart’ta anılmasına karar verdi.
Ancak I.Dünya Savaşı sonrasından II. Dünya Savaşı sürecine kadar bir çok ülkede 8 Mart anmaları yasaklandı. 1960′lı özgürlük yıllarında tekrar gündeme geldi.
Öyle anlaşılıyor ki 8 Mart dünyayı ürkütmüştü. Emek-Sermaye çelişkisinde çocuk emeğiyle birlikte en zayıf halka olan kadının adı henüz konmasa iyi olurdu. Bireysel hakları erkek egemenliğinin, patriarkanın iki dudağının arasına sıkıştırılmış kadın, ne günlük yaşamın örf ve kaideleri, ne de kanunlar önünde eşitti. 1857′de daha düşük ücret aldığı erkek iş arkadaşlarıyla canla başla mücadele ediyor, cayır cayır yanıyor ama seçme, seçilme hakkına bile sahip değil. Amerika bu denli beter koşullarda.
Ve 1917 yılında Alice Paul öncülüğünde, kendilerine “Suffragists” adı veren bir gurup kadın aktivist, “kadınlara oy kullanma hakkını almak” için örgütleniyorlar. Zaman bir ince zaman. 1. Dünya Paylaşım Savaşının fikir babalarından Liberal Demokrat Woodrow Wilson iktidarda ve tüm dünyaya özgürlük vaadetmekte. O da Barack Obama gibi bir dünya starı. Ve daha o yıllarda Wilson dünyaya açılan Amerikan Emperyalizminin ilk şifresini yazmış.
“Ey Sermaye Bileşenleri. Birbirinizi yemeyin, birleşin, ortaklıklarınızı güçlendirin, bu dünya öyle büyük bir pasta ki doktrinlerime uyup çatal bıçak kullanmasını öğrendiğinizde ellerinizi kirletmeden parsayı toplar, kıtalara hükmedersiniz.” Wilson böylece üçüncü dünyanın biçarelerine kendilerini yönetme hakkı tanıyan “14 İlkesi”ni kaleme almış, özellikle Osmanlı’nın Orta Doğu topraklarını yeniden yapılandırmak için gizli anlaşmalar yapmakta. Hani eskaza Lenin Rusya’da devrim yapıp bu gizli anlaşmaları dünyaya açıklamasa Wilson’un sinsi angajmanlarından kimsenin haberi olmayacak. Nitekim, bu arada Nobel Barış ödülünü de kapmış.
Wilson savaşta soluğu kesilen itilaf ve ittifakçı devletlerin arasından sıyrılıp Amerikan çatısındaki tröst çıkarlarına zirve yaptırmayı, yeni sömürü düzeneklerini hayata geçirmeyi hesaplamakta. O da Obama gibi yumuşak güç ama 1917 yılında savaşa girmeden bunun nasıl mümkün olacağını bilmiyor. Zira Amerikan kamuoyu savaş istemiyor. Savaşa son vagondan binmek isteyen Wilson’un eli güçlü değil.
Tam da bu zor günlerde “Kadınlara Oy Hakkı Aktivistleri” (Suffragists) kararlı mücadelelerinde Anayasaya ek bir madde ile seçme hakkını talep etmekteler.
Beyaz Saray demirlerine kendilerini zincirleyerek dönüşümlü nöbet tutuyorlar. Aylardır gösteri yapıyorlar. Kendilerini “Sessiz Nöbetçiler” olarak adlandırıyor,
açtıkları tehditkar ve Wilson’u aşağılayıcı pankartları diken gibi kamuoyunun gözüne batırıyorlar. Beyaz Saray’a her giriş çıkışta onlarla gözgöze gelen Wilson önceleri umursamıyor, şapkasını çıkartıp “hanımları” selamlıyor, onları içerde çaya kahveye davet ediyor. Liboşluğun tüm kibarlığıyla kamuoyuna şovunu yapıyor ama kadınların bu durumdan cayacakları yok. Yılmıyorlar ki ! Ve sonunda demokrat liberal Wilson’un şapkası düşüyor, kel gözüküyor.
Wilson, 1917′nin Haziran sonunda göstericilerden altısını tutuklatıyor. 4 Temmuz’da da diğer onbirini içeri alıyor. On gün sonra üçüncü gurup da “trafiği ihlal etmekten” tutuklanıyor. Tutuklananlar 60 gün içerde dövülüyor, açlık grevine girdikleri halde zorla yedirme işkencesine maruz kalıyor, en kötü hijyen koşullarında eza görüyorlar. Bu arada tutuklamalar da devam ediyor ta ki Beyaz Saray’ın kapısına kilitlendikleri zincirler de sökülene kadar. Ağustos’ta salıverilen aktivistleri bekleyen halk onlara saldırıyor. Hakaret ediyor ve yerlerde sürüyor, taciz ediyor, linç etmeye çalışıyor. Polis üç gün süresince saldırganlara hiç müdahale etmiyor.
Bu sert müdahale Wilson gibi kurt bir politikacının hanesine ikiyüzlülük olarak yazılsa da o bu durumdan kaçamayacağının farkında. Telafi etmenin yolunu bir taşla iki kuş vurma fırsatçılığını devreye sokarak buluyor. Kamuoyunda kadınları kazanarak belki halkı savaşa ikna edebilir. Osmanlı’ya değil ama Almanya’ya savaş açarak Avrupa ve Orta Doğu’nun kaderini değiştirebilir.
Wilson kapısının önüne kendini zincirleyen “Kadınlara Oy Hakkı Militan”larıyla kapışmıştı kapışmasına da Wilson’a göre onlar milliyetçilikten, kadınlıktan nasibini almamış kaba eylemcilerdi. Oysa Wilson’un amaçlarına uyacak başka milliyetçi kadın aktivistler de var. Carrie Chapman Catt’ın gurubu, vatansever kadınlara oy hakkı vererek savaş yolunda Wilson’u destek kazanacağını söylüyor. Carrie Chapman’ın Başkanla bizzat konuşması etkili oluyor. Başkan sonunda yasanın lehinde tavır koyuyor. Ancak Senato “Kadınlara Oy Hakkı Ek”ini iki oy farkla kabul etmiyor. Kadınlara oy hakkı veren ” Dokuzuncu Ek” Anayasaya ancak harp bittikten sonra, 1920 yılında girebiliyor.
Atatürk de kadınlara seçme-seçilme hakkını kamuoyuna alıştıra alıştıra sundu. Önce 3 Nisan 1930 ‘da kabul edilen Belediye Kanunu ile kadınlara Belediye seçimlerine katılma hakkı tanındı. Derken 26 Ekim 1933′te Köy Kanununda yapılan değişiklikle kadınlar Köy İhtiyar Heyetlerine seçme ve seçilme hakkını elde ettiler. Ve 3 Aralık 1934′de Anayasanın 10 ve 11. Maddelerindeki “her erkek Türk” ifadesi “kadın, erkek her Türk” şeklinde değiştirilerek teklif getirildi. 5 Aralık’ta da “kadının erkekle eşit olarak seçme ve seçilme hakkı” kabul edildi.
Türk kadınları bu haklara kavuşmak için ne emekçi erkek arkadaşlarıyla fabrika eylemlerinde yandılar, ne de kendilerini Çankaya’nın kapısına zincirlediler. Müslüman- muhafazakar bir ülke kadını Avrupa’lı hemcinslerinden önce kendisini erkeğe eşitleyen yasal hakları kucağında buldu denilemez. Cumhuriyet Kuşağı kadını kendinden beklenenin çok daha fazlasını yapmaya çalıştı.
Neredeyse bir asır geçti ve bugün 8 Mart’ı kutluyoruz. Kadın ve erkeği eşitleyen kanunlar henüz uçmadı ama toplumdaki erkek egemen damar, dindar-milliyetçi-muhafazakar eğilimin de teşnesinde işi artık boyun eğmiyen eş, kardeş, anne, bacıların katline kadar vardırdı. Kadın cinayetleri adeta “tavşana kaç, tazıya tut” diyen devlete temaşa sanatı, Erkek Sığınma Ev’leri açtırıyor. Yalan yanlış istatistiklerle yapılan şovlar karanlık bir geleceğin habercisi. Farkındayız! Ama Farkındayız! Bilin ki Türk Kadını farkında! Önce erkekler, sonra devlet farkında olana kadar da durmayacak bu sesleniş. Demokrasi her eve, her kuruma, her fabrikaya, her sokağa her karakola, partilere, meclise, tarlaya, denize ulaşana kadar bu mücadele devam edecek.